26 Kasım 2010 Cuma

Geçin günler geçin bir an önce.

Gece gece ilham geldi yazayım dedim. E bu ara bu kadar az uğruyorken kaçırmak olmazdı doğrusu.


Yarına yetişmesi gereken 15 tane tasarımım olduğunu düşünürsek ilhamın uğramayı seçtiği zamanlar gerçekten çok seçkin. Yine arka fonda Nazan Öncel’den depresif şarkılar eşliğinde birşeyşer yazıyorum.



Bu aralar beni en çok heyecanlandıran, yarı erkek arkadaşımın memlekete dönüyor olması; her sabaha bu gün şu kadar gün kaldı diye başlıyorum. Heyecan yapmak doğru değil birbirimizi 5 aydır görmüyoruz, birbirimizi hiç tanımadan birlikte olmayı seçtik bu kavuşma beklentilerimizi karşılamayabilir, ikimizde hayal kırıklığı yaşıyabiliriz diyorum içten içe... Diğer yandan da elimde değil. Aklımda defalarca oynattığım bir film sahnesi oldu adeta onu ilk göreceğim dakika. Öte yandan belki de birbirimiz için bu kadar sabrettiğimizden güzel bir ilişki olabilir. İkimizde birbirimize kolayca ulaşamadık nede olsa. Ayrıyken birbirimizin yolunu gözledik. Eğlencemizden ödün verdik. Bakalım kader, kısmet, nasip.



Saat gece 12 ve ben sadece 4 tane şey tasarlayabildim, yarın 8.30 da dersimin olması ve arkasından jüri olması da harkika oldu keyfime diyecek yok. Kendimle ilgili tek memnun olmadığım şey bu. İyi hoş kızım da şu yumurta bi tarafa dayanınca işleri halletme huyum yok mu, ah huyum kurusun! Hadi son ana bıraktın konsantre ol da bitsin demi, yok illa kedi seveceğim, ilham gelecek yazı yazacağım, internette birşeye bakacağım, canım hiç normalde yapmak istemediği şeyler yapmak istiyecek – odamı toplamak gibi- bir de bunlar yetmiyecek daha da son ana bırakmak için bahaneler uyduracağım kendime. Neyse umarım yetişir.



Bu sene en yakın arkadaşlarım uzaklarda yalnız kalacağım, yarı sevgilim de yanımda değil diye üzüleceğime endişe ederken aslında hiç birşey için vaktimin olmadığını anladım. Günlerimi çok rahat geçirsemde aslında büyük bir koşturmaca içinde geçiyor hayatım. İşin aslı bu yoğun tempoyu sevdim. Hayıflanmak bir yana gece yarılarına kadar çalışmayı seviyorum. Hep isterdim düzenli bir hayatım olmasın sıkılırım diye oldu. Umarım bundan sonraki iş hayatım da böyle olur. Manyak mıyım neyim bilmiyorum ama böyle gündüzü gecesi olmadan yorulmayı seviyorum.



Oh saat 12’yi de geçti son 26 gün kaldı oldu şimdi.

5 Ekim 2010 Salı

Okulun açıldığı şu günlerde bütün tembelliğim üstümde. İçimden hiç birşey yapmak gelmiyor. En çok dışarı çıkmak ve içmek, eğlenmek zevk veriyor. Bütün yazı Brezilya’da geçirdim fakat iki ay hiç gece eğlenmeye gitmediğimiz için sanırım içimdeki parti hayvanı kendini kontrol edemez durumda. Bu durumu biraz olsun önlemek, derslerime yoğunlaşmak için çabaladıysam da olmadı. Hatta hiç böyle birşeye gerek yokken kendime en geç eve 8 de gireceğim diye kural bile koydum ama nafile! Hayat buna izin vermiyor ki! Hadi şuraya gidelim, buraya gidelim teklifleri geldikçe irademin güçsüzlüğünü fark ediyorum. Ve hepsi de nedense reddedemiyeceğim kadar güzel teklifler oluyor. Yok olmaz ı-ıh cık imkansız falan desem de nafile!

Yarına yetiştirmem gereken sekiz sayfalık skechbook ödevimi saymazsak, şu aralar keyfim yerinde. Tembel hayvanı oldum. Bütün gün Eat, drink, fuck modunda dolaşıyorum. Fuck olmasa da eat and drik kesinlikle var!

Öğrenci (!) evime kedim Freyja teşrif etti bu gün, lnsanın çocuğu hakkında kararlar olması ne kadar zor fark ettim, o yüzden bütün anneleri takdir ettim. Freyja’nın benimle olmasını ne kadar istesem de diğer kedilerden ve büyük aşkı Osman’dan ayrılınca mutsuz olabileceği düşüncesinden rahatsız olarak alsam mı almasam mı diye gidip gelirken en son almaya karar verdim. Eve getirdiğim andan ihtibaren bir anda Tanrı’nın sesimi duyduğuna inanmaya başladım çünkü daha dün gece siyamlar çok konuşkan olur diyorlar ama benim kız hiç konuşmuyor diye üzülüp duruyordum. Eve ilk geldiği andan itibaren sürekli konuşmaya başlayan Freyja için ilk başta endişelendim mutsuz olduğunu zanlettim. Ama zaman geçtikçe anladım ki koğuş sisteminden Prensesliğe terfi ettiği için çok ama çok mutluydu. Bütün gün evin içinde oraya buraya sürünüp bana birşeyler anlatıp miyavlayıp durdu. Benden mutlusu olamaz diyordu sanki! Onun bu halini görünce bende rahatladım doğrusu.

Evet yarına yetişmesi gereken ödevim olmasına ramen ben bunu geçiştircek bir çok şey yapmaya devam ediyorum, hiç istemediğim birşey yeni okul yılına miskinlik yaparak başlamak, ama elimde değil canım hiç birşey yapmak istemiyor. Üzerime ölü toprağı atmışlar sanki! Genelde olduğunun aksine herşeyin yolunda gittiği bir hayatım var ama ne bileyim işte içimde bir sıkıntı. İşin kötüsü mutsuzum ama şu nedenden diybileceğim bir bahanem bile yok! Bu yüzden havaların değişimine veriyorum bu ruhsuz hallerimi. Birde bu gün Pazartesi olduğu için ayrıca bir yorgunluk var üstümde sanırım.

21 Eylül 2010 Salı

TAMİRCİ GELDİ


Son zamanlarda Deniz’inde söylemesiyle iyice fark ettim ki benim elim birşeyleri tamir etmeye yatkın, tamir aslında çok spesifik oldu daha çok eşyaların içini açmaya vs diyelim. Bu gün de evimde temizlik vardı. Laf arasında sıkıştırmadan geçemiyeceğim, ev yerleştirmek gerçekten çok zor. Neyse ev temizlenirken ben de mutfağı yerleştirdim . Bu arada salon için aydınlatma aldık. Aydınlatmanın takılması için ya babam, ya elektirkçi gerekli.

Feminist damarım tuttu yine! Taktım ben kurucam o aydınlatmayı. Ama nasıl saydırıyorum bu arada kadın milletine ya alışmışız rahatlığa bi lambayı bile mi kendimiz takamıycaz falan diye neyse ben onu kendim takmaya karar verdim. Önce avizenin kabloya nasıl geçtiğini anlamaya çalıştım, sonra bunu lambayla yaptığımızı anladım falan. Son olarakta tavandan sarkan kırmızı mavi kabloları avizenin kırmızı mavi kablolarına takmamız gerektiğini anladım, ama kontrol kalemi vs gibi herhangi birşey olmadığı için onu yapamadım. Çünkü avizenin kabloları çok dardı onu genişletmek lazım. Yarın eve gidince bu işi halledeyim diyorum.

Şimdi diyebilirsiniz ki banane senin aydınlatmandan, olay o değil. O kadar sıkıldım ki toplumsal rollerden! Kadınsan mutfağa aitsin. Yemek yap, temizlik yap. Benim şimdiye kadar ne yemekle ne temizlikle ilgim alakam olmadı. Çocukluğumdan beri eşyalarımın içini açardım. Hatta çok net hatırlıyorum bir tane ipini çekince çalan müzik kutum vardı o habire bozulurdu ben de içini açar bakardım acaba neden bozulmuş hadi yapıyım diye... Bir de ilk okul ve orta okul yıllarımda uçlu kalemleri sökme alışkanlığım vardı. Öldü denen kaç uçlu kalem kurtarmışımdır. Birde silgilerden dokdortuculuk oynardık ama o da başka bir hikaye.

Yine çok dağıttım konuyu! Diyeceğim o ki her kadın kendi aydınlatmasını kurabilmeli. Bir erkek bunu yapabiliyorsa bir kadın neden yapamasın!

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yollarımız Kesişseydi Şu Eylül Akşamında!


Bu gün Deniz ile evime su bağlattıktan sonra ikeacıların gelmesini bekledik saatlerce. Bomboş evde oturacak yer bile yokken, ben henüz açılmamış ikea sehpasının üstnde Deniz de yemek masası için aldığım şömentablada uyudu. Halimiz komikti doğrusu, kimi zaman uyuduk kimi zaman konuştuk. 6 saat falan gibi bir süreden sonra herşey halloldu ve bizde evimize doğru yola koyulduk, yani Deniz'in evine. Hep söylerim ne kadar sevdiğimi Deniz'in evni hemen Kıbrıs Şehitleri'nin merkezinde. Eve geldiğimizde ne kadar yorgun olduğumuzu fark ettik. Sağlıkli bir şekilde beslenip biraz muhabbet edip yatağa girdik hemen. Ne tatlıdır uykuya dalmadan önce yapılan geyikler. Çok severim bu yüzden arkadaşlarla kalmayı.

Bu gün çok değişik bir gün olmasada mutluluğum hem yeşil leveldaydı. Mutluydum yani! Her gün olduğum gibi bu gün de yaşadığım için şükran doluydum. Her şey iyi güzeldi ama birşeyler eksikti yine. içimden nedense hep birkişiden bahsetmek geliyor bu aralar.

Mışıl mışıl uykuya daldıktan sonra beni yine çok uzun süre uyku tutmadı ve hemen uyandım. Deniz şimdi uyuyor İzmir'e  Eylül'ün verdiği bir serin hava hakim. Cuma gecesi saat 12 suları olduğu için her yerde insanlar eğleniyor. Şuanki halimden oldukça memnunum ama keşke ''biri'' çıkıp gelse nasıl da mutlu olurdum. Aynı ülkede bile ayrı şehirlerde olmak yeterince zorken ayrı ülkeler... İnsan biraz fazla diye düşünmüyor değil.

O zaman Bülent Ortaçgil'den Eylül Akşamı'nı üstünede Madonna'dan Miles Away'i dinliyoruz. Sonra bu gün de nefes alabildiğimiz için ve sahip olduğumuz herşey için Doğa Ana'ya teşekkür ediyoruz!

17 Eylül 2010 Cuma

mazi dediğin böyle yapılır!


İzmir'e döndüğümden beri ilk kez Alsancağa inme şerefine dün nail oldum. Şanslıydım çünkü Deniz de İzmir'de. Deniz'le Sevinç civarında buluştuktan sonra eve uğrayıp torbalarımızı bıraktık, ben çok aç olduğum için birşeyler yemeye gittik ardından iletişime gittik Deniz birkaç kitap aldı. Defne'ye gidip oturduk. İçi komple değişmiş.  Bilemedim güzelmi olmuş. Deniz çok beğendi tabii ki. Nasıl keskin bir farktır ki ben her zaman herşeyin eski halini özlerken Deniz yenilikleri çok beğenir hemen de adabde olur. Biraz şarap içtikten sonra fark ettik ki Deniz'in cüzdanı kayıplara karışmış. Neyse ki çok geç kalmadan hemen bulduk. İletişim'de unutmuş. Şanslıydık resmen hemen bulundu.

Deniz'in uzun süredir hadi be kordonda mazi yapalım çimlerde oturalım ısrarlarına yok be yok o kadar da değil büyüdük ya, hem çim lekeside çıkmaz temalı düşüncelerle karşılık verirken bilmem şaraptanmıdır bir anda kendimizi kordonda bulduk. önce sakin sakin koşu yolulda yürürken hadi dedim millete el sallıyalım herkesin kafa bir dünyadır en fazla bi tanıdık sanarlar da çıkaramazlar. sen misin el sallayan. neyse biz baya bir yürüyüp tam geri dönüş yaparken iki tane çocuk çıka geldi. Önce şok olduk bunlar da kim diye, 2 sn geçmeden anladım ki bunlar benm el salladığım insanlardan. çocuklara el sallama amacımın ne kadar humanist olduğunu anlatmaya çalışırken birden hadi tamam diyip yanlarına oturduk. oturmak için önce bir torba bulmam gerekti lakin o kadar da genç değildim artık. taaaa eski gençlik günlerimizden Ahmet diye bir adam da ordaymış meğer. muhabbet baya sardı derken bizim oraya oturmamıza asıl vesile olan ergen tripli gençler mızmızlanmaya başladı. bir tanesi sürekli nasıl intihar etmeye çalışıpta başarılı olamadığından bahsederken bende ona yaşamanın nimetlerini anlatmaya çalıştımsa da olmadı, anlamadı. ancak kendinin duyabileceği bir ses tonuyla birşeyler gevelemeye devam etti. bu arada Ahmet'le muhabbet baya sardı ben de Deniz de ergenlerle pek ilgilenmedik. Adam 30 yaşına gelmiş evlenmiş boşanmış. Neyse biz böyle bıdı bıdı konuşurken ergenlerden biri isyana geldi biz sizi muhabbete katılasınız diye çağırdık bilmemne diye konuşmaya başladı dedim içimden 'üzgünüm çocuk ne konuşacağız ki!' bir kaç dakika daha oturduktan sonra kalktık, Ahmet elimizi öperek bizi geçirirken ergenler kıskançlıklarından olsa gerek pek takmadılar gidişimizi. Yolda vay be dedik, tam mazi oldu ama bizden geçmiş artık bu içip içip kordonda hayat ne kadar kötü intihar edelim hadi tripleri, çocuklardan biri 20 diğeri 21miş. Deniz umarım öyle değillerdir diye söyledi bence de son derece haklıydı lakin gelmişsin kaç yaşına kazık kadar delikanlı sen hala kordonda otur bir baltaya sap olama aman da öliyim amanda bıdı bıdı diye gez. Gerçi Ahmet'in durum daha da vahimdi bizce oda gelmiş 30una yuh dersin hala 6 sene önce bıraktığımız yerde....

Eve geldiğimizde Deniz de ben de çok yorgunduk. Her ne kadar Sunset Bulvarı'nı izleme girişiminde bulunduysakta 20. dakika gelmeden ikimizinde bir tarafıda pireler uçuşmaya başlamıştı, ben her zamanki gibi gece sayısız kere uyandım. Her yerde rahatça uyuyabilmemle övünen ben fark ediyorum ki son bir yıldır bildiğin yalan olmuş. Ama ne hikmetse birtek Dağhan'da öğlene kadar uyuyorum. Neyse. Sayısız kere uyanırken en son saat 6 da kesin kalkış yaptım. biraz internette dolaştım, günün aydınlanmasını izledim. Sonra dedim hadi dün gece olanları yazıyım. ortalık o kadar sessiz sakin ki, o kadar gün daha başlamadı ki alt katta sigara yakan biri var kokusunu alıyorum. Deniz hala uyuyor bu arada fırına gidip yiyecek birşeyler alsam mı diye düşünüyorum.

5 Eylül 2010 Pazar

Doğmaya korkmadım da ölmeye niye korkuyorum?


beni tanıyan herkes bilir, ölmekten nasıl nasıl korktuğumu! Kendime söylüyorum doğmadan önce de ölüydüm diye. Ben yokken bir dünya vardı arabalar yine yollarında gidiyor, uçaklar uçuyordu... Sonra ben doğdum, tam 1990 yılında. Ben doğdum da ne değişti, hiç!



Beni korkutan şey de tam olarak bu sanırım. Öldüğümde yok olacağımın bilincindeyim, bir yerde ağarıma gidiyor! Ölsem kimsenin hayatı değişmez. Değişse bile herkes doğal ihtiyaçlarını yapmaya devam eder. Ne biliyim sex yaparlar, yemek yerler, tuvalete giderler falan. Yaşam akmaya devam eder anlıyacağınız bu beni üzüyor işte. Narsistliğimden veya yok olmaya korkumdan belki. Ben ölünce dünya dursa, benimle ölse sevdiğim insanlar el ele tutuşsak...



Hastalıklı düşüncelere sahip olduğumu düşünüyorum. Kendimi yok olma fikrine alıştırmaya çalışıyorum. Belki inanabileceğim birşey olsa korkmazdım ölmekten bu kadar. Cennet olsa gerçekten, sonsuz yaşam. İstersem 100 yaşıma kadar yaşıyım yine ölüm var yine var. Çıkış kapısı yok bu işin. Aşı olmak gibi diye kandırmaya çalışıyorum kendimi. Hop bitivericek. Ama ya öyle değilse. Of gece gece...


Tanrıdan dileğim; vampirler gerçek olsun ve ya sonsuz hayat.
Sonsuz yaşamak için herşeyden vazgeçerdim. Ruhunu şeytana mı satmak yapardım. Ucunda ölüm olmasın yeter!


20 Haziran 2010 Pazar

anılarım

Eski şarkıları dinliyorum. Geçmişin o tatlı esintisi geliyor aklıma. Sanki her şey tozpembeymiş gibi. Sanki bütün çocukluk anılarım bir müzik kutusunda hapis olmuşta kapağını açtığımda –bazen- hissedebiliyorum. Sanki elimi arabanın camından çıkarıp rüzgarı okşamak gibi… eski resimlere bakıyorum. Küçücük çocuklarken nasılda kocaman adamlar kadınlar olduk. Geleceğin anneleri, babaları. Hiç geçmeyen o günler nasılda geçip gitmişler. Geriye birkaç anı kalmış. Kesik kesik. Oradan bir cümle şuradan bir eylem. Hiç bitmeyecek gibi gelen mavi önlük giydiğimiz zamanlar ne çabuk geçmiş.asla ayrılamam dediğim barbielerim kim bilir şimdi neredeler… biz değişmeyiz diye ısrar ederken zaman bizi nasıl da ıslah etmiş. Yanlışlarımızla, doğrularımızla büyümüş yeşermişiz nasılda. Bu zamanlarında öyle geçip gidecek olduğunu bilmek her ne kadar üzücü olsa da, artık hayatın gözümüze soktuğu farkındalıkla içimden geldiği gibi yaşamaya gayret ediyorum. Hiç keşkiye yer bırakmadan. Acaba şöyle olsaydı hayatım nasıl olurdu demek istemiyorum. Eski şarkıları dinlemek tıpkı bir zaman makinesine binmek gibi. Her birinde farklı bir anı hatırlıyorum. Anneme çok teşekkür ederim; iyi ki çocuk annem varmış. Büyürken ben olmamı sağladı. Oyun oynarken kirlendim, koşarken dizim kanadı, bakkala yalnız gitmeme izin verdi büyüdüm sandım! Anne bak dediğim her an baktı. Boğulurken kurtardı ama yinede yalnız yüzmeme izin verdi; verdi ki öğreneyim. Onu ikna etmeme izin verdi, sorumluluk ne demek öğrendim. Her öğlen zorla uyutmadı beni, bu kararı alacak kadar büyümüş olduğumu hissetmeme izin verdi. Yinede yemekten önce çikolata yiyemedim, yinede odamı toplamaktan kaçamadım, yinede yaptığım yanlışlarda ceza almaktan kurtulamadım. Ama işte ben ben oldum. Ve en güzeli de aynaya baktığımda yanlışlarımla doğrularımla kendimi sevmeyi öğrendim. Hala çocukluğumun orda olduğunu bilmek çok güzel. Kırmızı bir bezle saatlerce oynardım, en sevdiğim oyuncağımdı kimi zaman elbisem kimi zaman battaniyem kimi zaman oyuncak bebeğimin kundağı olurdu. Birde pek sevdiğim pembe bir sandalyem vardı düşününce oyuncaklarımın çoğunu hatırlıyorum, çoğunun birer ismi vardı ve hepsiyle duygusal bir bağım vardı. Bütün oyuncaklarım çocuklarım bende anneleriydim.birde karşı apartmanda oturan Yiğit adında bir arkadaşım vardı kim bilir şimdi nerededir… ilk okulun başlamasıyla çoğu arkadaşım değişti. Ama Ece değişmemişti. Ben onun sarı saçlarına oda benimkilere özenirdi. Onun okulumuza ilk yazıldığı günü dün gibi hatırlıyorum. Kimse soyadını söyleyemiyordu. Ece yemekleri yemez, öğretmenleri deli ederdi. Bir öğle yemeği vakti anlaşıp birlikte yemeğimizi yememiştik. Herkes oyun odasına gitmişti ama bizim masadan kalkmamıza izin vermiyorlardı yemeğimizi bitirene kadar, ama biz sonuna kadar direnmiş ve yememiştik. Birde okulumuzun parkı vardı ama nedendir bilmem o parkta oynayamazdık hiç, beton yığınında geçerdi bütün vaktimiz. Kış vakti sabah gelince Nimet Teyze’nin kaynattığı ıhlamurun kokusu ve o metal tabak, bardaklar hala aklımda dün gibi. Anılar hepsi orada duruyor. Anılar minik bir kedi oluverse bende öğle uykusundayken onların yanına kıvrılıp beni de sarmasını umut etsem. Onun için çok büyük olduğumu bile bile. Onun ipeksi tüylerini okşayıp kokusunu içime çekmekten başka bir şey yapmam imkanlı olmasada….

16 Haziran 2010 Çarşamba

yazacak birşey yok!

uzun uzun süredir ihmal ettiğim bloguma birşeyler yazmak istiyorum ama sürekli iki cümle yazıp siliyorum bu aralar aklıma birşey gelmiyor, sanırım okulun bitmesiyle gelen rahatlıgın etkisinden. bu aralar kafam çok karışık, yine izmirden gidesim geldi böyle anlarda ah ehliyetim olsaydı diyorum. ne zaman canım sıkılsa basıp uzaklaşmak istiyorum ama ne yazık ki en uzak yer alsancak oluyor. deniz izmire geldi onu ne kadar özlediğimi bir kere daha anladım. hayat bu ara iyi gidiyor canımı sıkan pek birşey yok açıkçası. tek sorun notlar ipin ucunda gibi hissediyorum geçecekmiyim kalacak mıyım? iyi ki içimden yazmak gelmiyormuş yani bir de gelse neler yazacaktım acaba? bu ara sosyal kelebekliğim üstümde bütün yıl okadar sıkıcıydı ki bu aralar her gün geziyorum bir nevi terapi oluyor, herkese tavsiye ederim. işte böyle bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek!

2 Nisan 2010 Cuma

Yasemin Apartmanı No 19

Dün çok üzgündüm. Hayatımda olan bitenleri kabul etmedim. Sonra bir kapı açıldı bu güne çok neşeliydim. Olmuyorsa oluyordur bir şey dedim. Yinede her zaman gittiğim yollar, anılar beni bulup gün içinde küçük karabasanlar yarattılar. Sonra eve dönerken mutluluğun adresini hatırladım; Yasemin apartmanı No 19. hemen indim otobüsten ineceğim durağa gelmeden. Başladım yürümeye Yasemin apartmanına doğru. Yürürken yolda iki kız gördüm yüzlerinde komik maskelerle çöp tenekesinin yanında birinin karnı ağrıyordu artık gülmekten. Tanınmamak için yüzlerine maske takmışlardı ama bu daha çok dikkat çekici yapıyordu onları. Çok değil birkaç dakika önce hiç tanımadıkları bir çocuğun kapısına kırmızı tanga ve bere bırakmışlardı kocaman bir hediye paketinin içinde. Gülümsedim. Gülümser teyzeyi hatırladım. Bu iki kız bilgi depolamak için oraya giderdi. Birası elinden hiç eksik olmayan Gülümser teyze dolu dolu yaşadığı hayatından öyküler anlatırdı. Sonunda geldim Yasemin apartmanı no 19 a Hollywood sokağının eski ihtişamını hayaletleri yürütüyordu sadece. Aynı iki kızı gördüm karşı apartmanın su deposu üzerine oturmuş kim bilir neler konuşuyorlardı. Mutlaka Safiye Sultan kitabıyla ilgili olmalı diye düşündüm. Anılar bir bir gözümün önünde canlanıyordu. Hiç biri henüz solmamıştı. Her ne zaman kaçmak istesem orda beni bekliyorlardı. Sonra Fidanlığın duvarlarında yürüdüm. Tıpkı eskiden yaptığımız gibi. Artık kırgınlıklar aynı pantolonu aldığımız için olmuyor diye düşündüm. Sonra artık ıslak çimlere oturup pantolonumuzun ıslanmasının önemli olmadığı günleri özledim. Henüz fidanlığın diğer kapılarına kilit vurulmadan önceki zamanlarda dolaştım. Sonra o duvarın önünden geçtim. İçinde Tanrı’nın yaşadığı deliğe baktım. Küçükken gözüme kocaman dev gibi görünen delik birkaç tuğla eksiğinden ibaretmiş. Olsun yine de Tanrı’nın evi orası. Geçmişte bir zamandan başlayıp daha da geçmişe gittim. Gültekin bakkalı hatırladım. Ekmek almaya giderdim oraya. Kafamı kaldırıp yukarı baktığımda tavanı çok yüksek görünürdü gözüme. 5 yaşındaki gözlerin gördüğü kadarıyla. Bir gün eve gelip babamın gömleklerini her yere astığını görünce oyun oynadığımızı sandığım günlere döndüm. Anılar her zaman acı vermez diye düşündüm. Eğer en mutlu olduklarını en kirlenmemiş olanlarını bulursan. Aşkı düşündüm, ateşi düşündüm. Ne zaman üzülsem Yasemin apartmanı no19.

20 Mart 2010 Cumartesi

aşk üstüne çıkarımlar


İnsanlar neden hep aşk üstüne yazar düşündünüz mü? Ben düşündüm. Eskiden beri sanatçıların çoğu güzellik üstünde durmuşlardır. Dürüstlük, erdem bağlılık vs. eskiden kutsal aşktan bahsedilirken şimdi somut aşktan bahseder oldu insanlar. Neden hep bu simgelere takılıp kalıyoruz. Çünkü bunlar insan doğasına ters. İstisnasız her insanın içinde kötülük vardır. Oranları farklı sadece. İnsanlar asla olmayacak şeyler hakkında yazıp çiziyor yüz yıllardır.
İlahi aşk hikayeleri, mutlu sonlar hepsi yalan. Sen o aşkı için ölen Romeo ve Juliet’i koy bakalım bir eve daya geçim sıkıntısını aşk maşk kalıyor mu. Kim ne derse desin bir aşk tek kişilik bir oyun. Belki sevgilim de beni seviyor dersin ama emin olduğum bir şey var birisi daha çok seviyor. Diğer taraf ise her şeye daha meyilli.
aşklar bu kadar da kötü olamaz demeyin evet öyleler. Nedense çevremizde hep bir “mutlu çift” vardır. Ama o biz olamayız. Elbette ben de tanıyorum o mutlu arkadaşlardan ama olayların iç yüzü göründüğü kadar mutlu değil. Mesela geçenlerde ayrılan bir mutlu çiftin ortasındaydım. Sorunları hep beraber vakit geçiriyor olmaları aslına bakarsanız sorun da yok ortada yani. Kısacası insanoğluyuz sorunsuzlukta sorun, sorunlar da sorun. O mutlu tabloların arkası aslında küflü.
hiç üzmeye değmez kendimizi. Nasıl olsa asla o hep mutlu mutlu çiftlerden olamayacağız bilin bakalım çünkü neden? ÇÜNKÜ ONLAR BİR İLÜZYON! Çok yakın bir arkadaşım zamanında mükemmel erkek olarak adlandırdığımız erkek arkadaşı için “ mükemmel sevgili yemeklere götüren hediyeler alan sevgili değildir” demişti. HA ?! pardon ne o zaman. Kısacası herkesin mükemmeli kendine öyle bir şey olmadığına göre mükemmeli aramaktan vazgeçip neden sadece bizi sevenlerle mutlu olmayı denemiyoruz. Neden mi çünkü insanız “istediğimizi elde etmeliyiz”.

9 Şubat 2010 Salı

Yine mi günler geçiyor








Takvim denen şeyden nefret ediyorum öyle hızlı zaman akıp geçiyor ki! Daha dün yeni yılı kutlarken bu gün 2. ayının ortalarına geliyoruz. Bu gün ellerime baktım ve dedim ki "Tanrım bu adaletsizlik, bu dip diri güzel eller yaşlanacak, yaşlılığı hatırlatan beneklerle ve buruşuklarla dolacak" zaman saçımın uzamasından başka iyi bir şey getirmiyor şu sıralar. eski sevgiliyse son bir sinemadan sonra ciddi kararlar aldım. Madem yine sevgili olamıyoruz hiç görüşmemek en iyisi!

Hayat böyle amaçsız ve anlamsızca geçerken bir kaç karar aldım umarım onları uygulayabilirim. birinci karar üniversitenin boş ve anlamsız olduğuyla ilgili şuan okuduğum bölümün akademisine gitsem benim için çok daha faydalı olabilirdi diye düşünüyorum en azından direkt olarak kumaşlarla haşır neşir olurdum işe çiv çakmaktan başlamazdım. Bu nedenle seneye mezun olmaya karar verdim 2 yıl okumak yeterli nasıl olsa diploma veriyorlar. Bir an önce İzmir’deki rutin sıkıcı kasvetli hayatımı terk edip daha zor bir hayatla yüzleşmek istiyorum hayatın kendisiyle şuanda hayatı ertelemekten başka bir şey yapmadığımı anladım çünkü.

Bu aralar Türk filmi olan Romantik Komedi'ye gittim. Gazetelerde "YERLİ SEX AND THE CITY" yazıyordu. Filime gittiğimde hadi canım dedim. Evlenmeden sex yapınca Avrupai oluyoruz insan sevip birini birlikte olunca yerli sex and the city oluyor. Bu başlığı atan arkadaş bütün bölümlerini izlesin bahsettiği dizinin. Kaldı ki dizide sex ile alakalı hiçbir şey yok. Asıl sinir olduğum konu şu ki biz nereye gidiyoruz. Sex demek ayıp oldu bundan bahsetmek özgürlük oldu. işte dogmalara inat SEX SEX SEX SEX SEX.

Ne kadar çok insan istemeden çocuk doğuruyor, hatta hamile olduğunu anlamıyor bile. Geçenlerde gazetede okudum öğrenci kızın biri bebeğini bir mola istasyonunda doğurup çöpe atıyor otobüsle yoluna devam ediyor. Aferin bize daha çocuklarıyla sexten konuşmayan bir millet olalım sonrada o çocuklar korunmayı bilmesin aidsten ölsün, hamile kalsın çöpe atsın falan. Hop bir dakika ya nereye gidiyoruz biz böyle. Bence artık bu katı tabuları yıkmak gerek. Gençlerde sonuçta bir takım hormonlar var ve şimdiki nesilden istenen üniversite bitirmesi sonra bir üniversite daha ondan sonra iş sonra evlilik. Eskiden insanlar genç yaşta evleniyormuş e doğal olarak da kendilerini evliliğe saklıyorlarmış. Şimdiki nesil böyle değil yapması gereken birçok şey var öte yandan bir takım doğuştan gelen istekler. Diyeceğim o ki bu konuyu konuşmaktan çekinmeyelim. Böylece geri dönüşü olmayan hatalar yapmayalım. Konu geldi taaa nerden nereye uzun süredir yazmayınca böyle oluyor işte. Bir anda birikenlerin hepsini mantıklı mantıksız dolduruveriyor insan.

AH AH zaten yarıyıl tatili bitmek üzere bu da üzücü bir olay. bütün tatili hayallerimdeki gibi boş boş geçirdim sadece uyudum da uyudum. Geceleri makarna pasta börek çörek yedim. Metabolizmama hayranım bir gram da kilo almadım. son olarak yazımı bitirirken Oasis e kötü dilekler niyetlerimi iletmek istiyorum. Böyle saçma bir sistem olamaz böyle adaletsizlik olamaz ders programım iğrenç oldu. Neyse lafı çok uzattım herkese iyi tatiller her ne kadar bitmek üzere olsa da son günlerin tadını çıkarın.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Bu ara hiç bir şey yazamıyorum. İçimden yazmak geliyor ama nedense yazamıyorum. Sevgilimle kesin olarak ayrıldık bir boşluk hissidir bir garipliktir üstüme çöktü hiç bir şey yazmak gelmiyor içimde. Bu aralar tıkandım kaldım kısaca. umarım en yakın zamanda ilham perisimidir neyse artık o gelen gelir de ben de tekrar yazmaya başlarım.